Makaleler

Yoldaşları Kaypakkaya’yı Anlatıyor…

H. Merkezi: Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişinin 40. yılında çeşitli gazete ve sitelerde yayınlanan yazı ve makaleleri sitemizde paylaşıyoruz:

Yoldaşları Kaypakkaya’yı anlatıyor

Unutma 18 Mayıs’ı İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle öldürülüşünün 38. Yılında onu yoldaşlarına sorduk…

17 Mayıs 2011

Emrah Cilasun, Muzaffer Oruçoğlu, Melek Ulagay ve Nihat Behram İbrahim Kaypakkaya hakkındaki sorularımızı yanıtladılar…

GÜLŞEN İŞERİ / DEMOKRAT HABER

GİRİŞ

Bundan tam 38 yıl önceydi… İşkenceyle öldürülüp babasına parça parça verilmişti İbrahim Kaypakkaya. Babası Ali Kaypakkaya  onu görme umuduyla gitmişti Diyarbakır’a, ancak oğlunun parçalanmış bedenini verdiler. “…Oradan bi hamal tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. ‘Öğrenciydi’ dedim. ‘Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a götürecem’ dedim. Diyarbakırlı hamal ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı, yürüdü gitti.”  Emrah Cilasun ’nun Kırmızı Gül Buz içinde Belgesel’inde oğlunu alışını böyle anlatıyordu.

Belgesele ne zaman baksam ve bu hikayeleri dinlesem eski bir yaranın içimde dolaştığını hissederim. 80 kuşağı olarak elbette İbrahim Kaypakkaya’yı tanıma/görme şansına nail olamadık ama onun adı bizim evin içinde de sık sık dillendirilirdi. Mahirler, Denizler, İbolar üçgeninde her solcu ailenin çocuğu gibi dolaştım. Tüm bunların bedelini belki de 20’li yaşlarda ayağımın ucuna iliştirilen krem rengi bir torbada en sevdiğinin parçalanmış eşyalarını almak oldu…

Ali Kaypakkaya oğlunu nasıl aldığını anlattığında, ben de hep Ankara Adalet Sarayı’nda ayaklarımın ucuna iliştirilen krem rengi torbayı anımsayıp acısını iliklerime kadar hissettim.

Bu dosyayı hazırlamaya başlarken nasıl anlatacağımı çok düşündüm ama asıl anlatması gerekenlerin ise onun yol arkadaşları, dava arkadaşları olmasını istedim… Muzaffer Oruçoğlu, Nihat Behram, Melek Ulagay…

Ama tüm bunların da dışında Ömrünün 8 yılını İbrahim Kaypakkaya konusunda araştırmaya vermiş biri daha vardı: Emrah Cilasun.

O tanımamıştı Kaypakkaya’yı, daha doğrusu henüz çocuktu Kaypakkaya onların evine gelip-gittiğinde…

Cilasun’nun tiyatrocu olan anne ve babasını ziyaret edermiş 12 Mart öncesi… Ancak Kaypakkaya ile tuhaf bir bağı olduğunu söylüyordu. Öyle bir tuhaf bağdı ki: Benim doğduğum gün ve ay onun Aydınlık’tan kopup kendi hareketiin kurduğu tarihle aynı döneme gelmektedir: 24 Nisan.

Belki de bu tuhaf bağ Emrah Cilasun’un Kaypakkaya ekolünde yetişmesine neden olmuştu, kim bilir. 1990 ile 1994 yılları arasında Kaypakkaya ile ilgili yaptığı araştırma ‘Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya-Bilinmeyen Yazılar’ başlığı altında Ethem Direhşan adıyla Belge yayınlarından yayımlanmış yine Kaypakkaya’nın hayatını konu alan ‘Kırmızı Gül Buz içinde’ adlı belgesel DVD kitap El Yayınlarından raflardaki yerini almıştı…

O yüzden Emrah Cilasun’dan da dinlemek gerekti Kaypakkaya’yı. Neden üzerine bir perde çekildiğini, yok sayıldığını…

 

emrah cilasunEMRAH CİLASUN:

“ÇOCUKKEN DE YOLUN DÜZ OLANINI DEĞİL, ÇAKILLI, TAŞLI OLANINI TERCİH EDERDİ”

  “Kaypakkaya’nın hayatını anlattığım Kırmızı Gül Buz İçinde belgeselinin çekimleri esnasında İbrahim’in annesi: “Biliyor musun; benim oğlan çocukken de yolun düz olanını değil; çakıllı, taşlı olanını tercih ederdi.” dedi. Bu “çocuk” hakkında yıllar sonra devletin istihbarat teşkilatının kaleme aldığı bir raporda şu tespit yapılacaktır: “Türkiye’deki komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metodları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” ( TKP (M-L) Ana Davası 1973 Dosyasındaki MİT Raporu) Bu tespite bir de “stratejist” kalemşör Avni Özgürel’in 27 Ekim 2003 tarihli Radikal’de, Neşe Düzel’e verdiği mülakattan şu sözleri ekleyelim: “Abdullah Öcalan ideolojik formasyonu zayıf biri. Ama Türkiye’de o dönemde İbrahim Kaypakkaya diye ideolojik formasyonu çok güçlü biri de vardı. Eğer Kürt hareketi düşünce anlamında onun gibi radikal bir kadronun kontrolünde olsaydı, Türkiye’de çok sıkıntı yaşanırdı. Onunla mücadele etmek zorlaşırdı.” Şimdi bu çaptaki bir insanı devlet, Evren’in tabiriyle, asmayıp da besleyecek miydi?” diyerek başlıyor Emrah Cilasun anlatamaya ve devam ediyor: “NATO’nun ikinci büyük gücü olan Türk devleti, burjuva devlet aygıtının gerektirdiği refleksle hareket etmek zorundaydı. Kaypakkaya’yı ele geçirdiğinde, ona pişman olmasını önerdi. Kaypakkaya, o zor şartlarda dahi, savcı Yaşar Değerli şahsında devlete; “Hadi ordan” dedi; “Elinizden kurtulursam gene aynı mücadeleyi vereceğim.” Onun için devlet, Kaypakkaya’yı yok etmek zorundaydı. Haliyle, devletin geçmişte Kaypakkaya’yı yasaklaması, yok sayması tüm bu sıraladığım sebeplerden ötürü gayet anlaşılır.”

       Tüm bunları anlatırken hemen aklımıza geliyor; peki ya bugün? “Türkiye yapısal bir değişiklikten geçmektedir. Hakim sınıflar bunun gereği, yeni bir paradigma oluşturmaktadır. Türkiye, ileride İspanya gibi, Yunanistan gibi bir burjuva demokrasisine sahip olsa bile gene de, o yeni Türkiye’de, Kaypakkaya’ya yer verilmeyecektir. Zira; Kaypakkaya’nın vizyonu, “Burjuva devlet, sınıflar ve sınıf ilişkileri böyle kalsın, Türkiye müreffeh olsun, bütün kimlikler, bütün dinler varlığını sürdürsün, gül gibi geçinip gidelim” vizyonu değildi. Onun vizyonu, toplumdaki tüm sınıf ayrılıklarının, bu sınıf ayrılıklarının dayandığı tüm üretim ilişkilerinin ve bu üretim ilişkilerinin karşılığı olan tüm sosyal ilişkilerin kaldırılmasını, bu sosyal ilişkilerin sonucu olan tüm fikirlerin de devrimcileşmesini hedef alan bir vizyondu. (O nedenle gayet güçlü bir biçimde Aybar’ın Güler Yüzlü Sosyalizm’ine karşı çıkmıştı.) İşte bu yüzden Kaypakkaya’nın vizyonu, Tayyip Erdoğan’ın, Kemal Kılıçdaroğlu’nun veya Abdullah Öcalan’ın vizyonuna uyar mı? Uymaz. Uymayacağı için de, yeni paradigma sahibi hakim sınıfların “yeni” Türkiye’sinde; Kaypakkaya yasaklı olmasa bile yok sayılacaktır. Bu, maddenin kanunudur. “

Tarihin nasıl yazılacağı daha belli değil

       Evet, bugün Kaypakkaya yasaklı değil, açılan çatlaklardan da sızmaya başladığını söyleyebiliriz belki… Emrah Cilasun ise bu ‘çatlakları’ anlatırken 12 Eylül öncesine gidiyor: “Türkiye’de, 12 Eylül’den evvel, dünya ile bağı içerisinde, sistemde hakikaten bir “çatlak” vardı. Bu çatlağı devrimciler açmıştı. Yanı başımızda, İran’da, tacından ve tahtından sual olunmaz olan Şah, 11 Şubat 1979’da devrilip gitmişti. Ve iddia edilenin tersine, daha Humeyni iktidarını sağlamlaştırıncaya kadar orada muhteşem bir devrimci coşku vardı. Tahran sokaklarında, 8 Mart 1979’da, bir milyon, evet evet bir milyon devrimci kadın, kadınlara uygulanmak istenen Şeriat yasalarına karşı yürüyordu. Humeyni o an için bu yasayı çekti. İran Kürdistan’ında silahlı köylüler Sanandac’a yürüyorlardı. Bütün bu devrimci coşku takriben bir sene sürdü. İran’daki “çatlak” buraya, Türkiye’ye, de sirayet etmişti. Açın; Evren’in anılarını okuyun. Devlet otoritesi tarumar olmuştu. Polis teşkilatı bile karpuz gibi ortadan yarılmıştı. “Çatlak” diye ben buna derim.

       12 Eylül öncesi ‘çatlağın’ bugünkü ‘çatlakla’ kıyaslanması Cilasun’a göre olası değil. Bugünkü ‘Çatlağın’ okunması kendi dilince bambaşka: “12 Eylül’den bu yana durum değişti. Bugün yaşadığımız, “çatlak” gibi algılanan şey, aslında, devletin “rıza” gösterdiği ve eninde sonunda kendisine entegre ettiği bir reform hareketidir. Devlet, burada uyguladığı cebirle bu “çatlak” diye algılanı bir cazibe merkezi haline getirmeye çalışmaktadır. Seçimler bunun en güzel örneğidir. Cebir ile legalist-parlamenterist iki cami arasında beynamaza zorlanan devrimin bütün güçleri maalesef, bu cazibe sarmalına kapılmış durumdadır. “

       Şimdi bahsettiğiniz “örtünün” kalkma ihtimalleri oluşmakta. Bugün takriben bir milyon metrekarede, muhteşem Arap isyanlarına şahit oluyoruz. Bakın; bu isyanlar ve ayaklanmalar, yeni bir dönemin habercisi. Peşpeşe “çatlak”lar yaşıyoruz. Dünyayı alt üst eden “çatlak”lar. Tarihin nasıl yazılacağı daha belli değil. Arap dünyasının yanı başındaki Türkiye’ye, bu “çatlak”ların nasıl sirayet edeceğini bilmiyoruz. Dolayısıyla, “örtünün” kalkıp kalkmaması tüm bunlarla da alakalı.

Kaypakkaya’nın vizyonu komünist bir dünyadır

       Aslında bugün yasaklı değil diyoruz ama hakkında konuşana/övene dava açılıyor. Yakın bir örnektir Pınar Sağ. Kaypakkaya Pınar Sağ’a açılan davayla dillendirildi. Bir sahiplenme süreci yaşandı ancak bu sahiplenmeyi Cilasun farklı bir pencereden bakarak yorumluyor: “Pınar Sağ ve diğer sanatçıların Kaypakkaya’yı övmelerinden ötürü yaşananlara bir bakın; eğri oturup doğru konuşalım. Sanatçılar, Kaypakkaya’yı samimice sahiplenmişler; ama yanlış bir algılamayla da savunmuşlardır. Demokrat, Cemevi Sosyalisti, Yurtsever neredeyse, “Papatya Sevenler Derneği” mensubu bir İbrahim Kaypakkaya portresi çizilmeye çalışılmıştır. “Stratejist” Avni Özgürel de; “Fikirlerini beğenmem ama; Cuntalara karşı bir solcuydu” diyerek Kaypakkaya’yı “övmüştür.” (Radikal, 6 Mayıs 2009) Devlet de mahkemeleriyle abanarak, sonuç itibariyle, böyle bir İbrahim Kaypakkaya portresinin çizilmesine var gücüyle tersinden destek vermiştir. Maalesef, sanatçıların çizdiği Kaypakkaya portresi, MİT raporunun gerisinde kalmıştır. Zira; İbrahim Kaypakkaya’nın vizyonu komünist bir dünyadır. “

       Genç yaşına rağmen teori ve pratiği güçlü bir biçimde özümseyen Kaypakkaya bugün yaşasaydı nasıl bir değişim olurdu sorusuna hiç çekinmeden yanıt veriyor Emrah Cilasun: İbrahim Kaypakkaya yaşasaydı karşı tarafın bambaşka sorunlarla cebelleşeceğini, bizlerin ise bambaşka sorunları konuşuyor olacağımızı varsayabiliriz.

       Burada evvela bir iki noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Birincisi, İbrahim Kaypakkaya’nın, yazdıklarına ve yazmadıklarına; ama hem teorik hasımlarıyla hem de yandaşlarıyla verdiği mücadeleye bütünsel bakarsanız, satır aralarını dikkatli incelerseniz, bir dinci olmadığını, bilakis, azılı bilimsel olduğunu görürsünüz. Mesela; Kaypakkaya’nın, Kemalizm hakkında söylediklerinin, hatta Mustafa Suphi TKP’sine sahip çıkarken yaptığı eleştirilerin bile bilimsel kaygı taşıdığı çok açıktır. O nedenle, Kemalizm meselesinde ortaya koyduğu tezler tamamen Lenin’e, Stalin’e ve Komintern’e karşı gelen tezlerdi. Mesela; o yıllarda Türkiye’de faşizme ilişkin yaptığı tespitler tamamen Dimitrov’a karşı gelen tezlerdi. Onları inkâr etmemekle beraber onlardan kopması gerektiği yerde kopuyordu. Bu, bilimsel olarak zorunlu ve gerekliydi. En önemli özelliklerinden bir diğeri, o güne kadar, Türkiye’de ve tüm dünyada, Uluslararası Komünist Hareket’te unutulmuş olan komünist çalışma tarzına ilişkin Lenin’in, Ne Yapmalı adlı eserini hatırlatmış olmasıydı. Komünist fikirlerin katiyen, ne ekonomist ne de militan ekonomist bir siyaset üzerinden kitlelere götürülemeyeceği, Kaypakkaya tarafından döne döne vurgulanmıştı. İkincisi; Kaypakkaya, yazdıklarının toplumun göz bebeği olan entelektüeller ve bilim insanları arasında okunup tartışılmasına ehemmiyet veriyordu. Fikr-i mayalanmanın gerekliliğine inanıyor ve güveniyordu. İşçi ve köylülere dayanan bir hareketin, entelektüelleri, sanatçıları ve bilim insanlarını da bağrında toplaması gerektiğini gayet iyi biliyordu. O nedenle 12 Mart şartlarında dahi, yazdıklarını entelektüellere, sanatçılara; ve hatta TÜBİTAK gibi kurumlarda çalışan bilim insanlarına ulaştırmaya çalıştı.

Kendisinden de kopuşlar muhtemeldir

       Kaypakkaya’nın, 21. yüzyılda dünyada ve Türkiye’de, bilimsel komünizmin sorunlarını münakaşa ediyor olması, kendi yazdıklarına dönüp bakması; ve hatta kendisinde bile kopuşlar yapması pek muhtemeldi. Neden? Bakınız, demin Kaypakkaya’nın teorik kopuş ve önermelerine ilişkin verdiğim örneklerin önemini ben, 80’lerin başında, ABD’li komünist Bob Avakian’ın tespitleri neticesinde öğrendim. Son dönemde Avakian’ın, komünist bilime ilişkin yaptığı yeni, çığır açıcı katkıları okuyorum. Avakian diyor ki, “Leninsiz bir Marx, Avrupa’da sosyal şovenizme, Leninsiz bir Mao, üçüncü dünyada milliyetçiliğe evrilir.” Kaypakkaya’nın ilham aldığı Maoist ekolün iktidarı devrimci Çin’de, otuzbeş sene evvel karşı-devrimci bir darbe ile kapitalist yola saptı. Avrupa’da, geçmişin Maoisti olan Barosso’lar, Schmirer’ler ve hatta Alain Badiou’ler dahi bugün, 18. yüzyıla ricat edip, Jean-Jacques Rousseau’cu oldular. Ha keza bugün, Peru, Filipinler ve Nepal gibi üçüncü dünya ülkelerinde de Maoistler burjuva demokratlara dönüştüler. Türkiye’de de, bir zamanlar Kaypakkaya’nın yanında yer almış olan Aslan Kılıç’lar ve Cem Somel’ler burjuva demokrat oldular. Dolayısıyla; bu verdiğim kötü ünlü örnekler, Çin’li devrimcilerin yenilmişliklerini ve kopamadıkları yanlış eğilimleri fırsat bilip, Maoizmi zıddına dönüştürdüler. Kaypakkaya yaşasaydı, çok küçük bir ihtimal ya bu saydığım örnekler gibi olacaktı; ya da komünizm vizyonunun Mao’dan otuzbeş sene sonra yeni bir senteze kavuşturulması gerektiğini görüp, gerekli olan kopuşları yapacaktı. Tıpkı, Avakian’ın bugün yaptığı gibi.

 

muzaffer orucogluMUZAFFER ORUÇOĞLU:

O, YOKLAR HANESİNDEN BİRİ

   Muzaffer Oruçoğlu, Kaypakka’nın yol arkadaşı, dava arkadaşı, acı tatlı anılarını paylaştığı omuzdaşıydı. Onu en iyi tanıyan, ruhunu, içini gülümsemesini en iyi tarif edendi. Oruçoğlu’nun ‘Tohum’ romanı da Kaypakkaya’yı en iyi anlatan eserlerden biridir. Can yoldaşının aradan 38 yıl geçmesine rağmen, hala Türkiye’nin yüzleşemediği bir gerçek belli ki canını yakıyordu. Türkiye’ye uzaktan bakıyor olsa da dağlarını, taşlarını dolaştığı bu ülkenin omuzdaşının katliyle yüzleşmemesini ve hala onun adı anıldığında ‘övdüler’ diyerek dava açılmasını içine sindiremiyordu. Ben de Muzaffer Oruçoğlu‘ndan anılarını dinledim daha çok… Araya soruyla girmedim, daha çok gülümseten anılardı. Sözün bittiği, gülümseten anılar…

       “Türkiye, 38 yıldır Kaypakkaya’yı okuyamıyor, daha doğrusu okumak istemiyor. Türkiye devrimci hareketi ise Kaypakkaya’yı okur görünüyor, ama okumuyor, okuyup kavramak istemiyor. Devlet güçleri, devrim ve demokrasi güçlerine saldırmaya, halk ise sessiz kalmaya ve haksız bir savaşın saflarında ölmeye devam ediyor. Böylesi bir ortamda, Pınar Sağ’ın çıkışı anlamlıydı, cesur bir çıkıştı. Sanatçının sanata en yakın olduğu an, sistemle çatıştığı andır. Sanatçının sanatla özdeşleştiği, sanat olduğu an ise, kendi iç sistemiyle, kendisiyle çatıştığı andır” diyor Muzaffer Oruçoğlu ve Kaypakkaya üzerindeki örtünün kalkmamasının nedenlerini bakın nasıl anlatıyor:

Kaypakkaya devletle devrimi ayırdı

       “Bu örtünün kalkmamasının ciddi nedenleri var. Kaypakkaya, her şeyden önce, devletle devrimi ayırdı; devleti, devrimin karşısına dikti ve devrimin asli görevinin, bu cihazı parçalamak olduğunu savundu. Kaypakkaya’ya kadar, Türkiye devrimci hareketi, devrimi, hazır devlet cihazıyla, onun reformcu güçleri veya “milli kurtuluş geleneğine sahip, Atatürkçü ordusuyla, bu ordunun sol kesimiyle,” birlikte gerçekleştirmeyi savunuyordu. Kaypakkaya, devrimin, bu orduya karşı, gerçekleşeceğini; asker-sivil, aydın zümre olarak nitelenen ve devrimin müttefiki sayılan Kemalistlerle birlikte değil, komprador büyük Türk burjuvazisini temsil eden, işçi sınıfını, köylülüğü ve uyruk milliyetleri amansızca ezen Kemalistlere karşı gerçekleşeceğini savundu. Bunu yapmakla tüm Kemalistleri ve Kemalistleri müttefik güç sayan devrimcileri karşısına aldı. Kürt ulusundan ve bu ulusun kendi kaderini tayin hakkından söz etti. Gelmiş geçmiş Tüm Kürt isyanlarının, hakim ulusun milli boyunduruğuna, baskılarına ve ön yargılarına karşı yöneldiklerini ve hangi sınıfın önderliğinde olursa olsun, demokratik bir muhtevaya sahip olduklarını, desteklenmeleri gerektiğini, TKP’nin bu sorunda şövenist bir hat izlediğini savundu. Anadolu’daki tüm ezilen milliyetlerin milli haklarını savundu. Kaypakkaya, geçmişte, Ermeniler, Kürtler ve diğer milliyetler üzerindeki baskıları, bunlara karşı işlenen kitlesel kırım suçlarını lanetledi. Devletin, Kaypakkaya’yı tehlikeli bir düşman olarak görmesinin sebebi, bu ve benzeri görüşleridir. Hal böyle olunca örtü kalkmaz.”

        Muzaffer Oruçoğlu’na göre Kaypakkaya’yı sadece devlet yok saymıyordu. Türkiye solunun ezici çoğunluğu tarafında da yok sayıldığını söylüyordu ve devlet ve ordu sorununda, Kemalizmde, Kürt sorununda, sosyalizm anlayışında Türk soluyla nasıl çatıştığını Çin’deki kültür devriminden dersler çıkartarak, devrilmiş olsalar bile, sosyalizmde sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını kabul ettiğini; işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişkinin, temel çelişki olduğunu savunduğunu anlatıyordu. Deniz Gezmişin tüm bunlar yüzünden Kaypakkaya’ya yumruk atmasını da…

       Ve devam ediyordu Oruçoğlu: “TKP’nin ve onun etkisi altında bulunan solun büyük bir bölümü, sosyalizmden geriye dönüşün tarihsel olarak mümkün olmadığını, bunun gerici bir görüş olduğunu savunuyordu. Kaypakkaya, 1952’den sonra, Sovyetlere bürokrat burjuvazinin egemen olduğunu, sistemin sosyalizm değil, devlet kapitalizmi olduğunu ve giderek sosyal emperyalizme evrildiğini savunuyordu. Bırakalım TKP’yi, Deniz Gezmiş’in bile Sağmalcılar Cezaevinde, Kaypakkaya’ya yumruk atmasının nedeni buydu. Kaypakkaya kendi dışındaki solu, Kemalizm’den kopamamakla, hazır güçlere bel bağlamakla suçluyordu. Deniz’in, pratikte devletle çatıştığını, Kürtleri müttefik olarak seçtiğini, teoride ise ordudan, Kemalizmden ve bundan dolayı da bir bütün olarak devletten kopamadığını söylüyordu. İbrahim Türkiye’de, bugün bile yoklar hanesine yazılan bir insandır. Bu bakımdan, Hatırla Sevgili’nin İbrahim’i hatırlaması zordur. Türkiye’nin tüm bunlarla nasıl yüzleşeceğini bilemem. Türkiye, İbrahim’in parmak bastığı sorunlarla yüzleşiyor. Türkiye sımsıkı sarılmış Kemal’e. Kürtlerle, Ermenilerle cebelleşiyor. Orta yerde kırk bin ölü var. “Ermeniyi biz kırmadık, Ermeni bizi kırdı,” diyor. İbrahim’in işaret ettiği bürokratik diktatörlükler peş peşe çöktü. Çöküşün yarattığı ideolojik krizden de reformizm ve dogmatizm doğdu.”

        Peki ya bugün Kaypakkaya’yla devam etseydiniz yolunuza yani yine yanı başınızda olsaydı dediğimde Oruçoğlu: İbrahim yaşasaydı, hiç kuşku yok ki, sosyalizmin sorunlarını merkeze alır, yirminci yüzyılın büyük deneyimlerini, yenilgilerini tahlil eder, bunlardan canalıcı dersler çıkarır, çok uluslu tekelleşme ile bilim ve teknolojideki ilerlemeleri göz önünde bulundurarak belli teorik sonuçlara varırdı. Tabi bu bir kehânettir; İbrahim’in hassasiyetlerine dayanan bir kehânet. Yaşasaydı, dünya ve Türkiye bazında, ulusal soruna ilişkin görüşlerini derinleştirirdi. Türkiye tarihine de eğilebilirdi. Hikmet Kıvılcımlı’yı çalışkanlığından ve düzenli yaşam tarzından dolayı takdir ediyor, ama onun tarih tezini, devlet ve devrim teorisini eleştiriyordu.

Oruçoğlu’ndan İBO anıları: Çocuksu bir iç dünyası vardı İbrahim’in

       Birçok insan, İbrahim’in, hayata hep siyasal aklının ve davaya olan inancının penceresinden bakan, duygularıyla hareket etmeyen bir insan olarak tahayyül eder ki bu doğru değil. İbrahim’in Çapa dönemi, romantik dönemdir. Siz buna devrimci romantizm de diyebilirsiniz. 1966’dan 1969’a kadar İbrahim, Edebiyat ve şiirle yoğun ilgilendi. Varlık, Türk Dili ve Edebiyatı, Soyut, Yeni Ufuklar, Papirus gibi edebiyat dergilerini düzenli olarak okudu; bu dönemde yirmiden fazla aşk ve direniş şiiri yazdı. Cemal Süreyya başta olmak üzere, ikinci yeni şairlerinin şiirlerini zevkle, gülerek ve eleştirerek okudu. Şiirde Nazım Hikmet çizgisini savundu. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu döneminde (1966-1969) aşık olmadı. Kitaplar, dergiler, tartışmalar ve mücadele pratiği, zamanının tümünü emip aldı. Gülmeyi, fıkra dinlemeyi, türkü söylemeyi ve oynamayı seven bir insandı. Balıkesir Bengisini çok sever ve çok güzel de oynardı. Ruhi Su’nun hayranıydı. Zahit Bizi Tan Eyleme ile Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri, en sevdiği türküler arasındaydı. Zengin, renkli, şaşırtıcı ve zaman zaman da çocuksu bir iç dünyası vardı İbrahim’ in.

“Doğru, boşa geçmemiş,”

       Siverek’e geldiğinde, “İki köy sahibi bir Hanım Ağayla anlaştım, bir ay onun köyünde barındım” dedim.

       “Nasıl bir anlaşma yaptın?” dedi.

       “Bu kadın, 12 köy sahibi olan Halit Gülpınar’ın kız kardeşiydi. Kardeşi Halit’le arası iyi değildi. Arandığımı, devrimci olduğumu söyledim. Bana, ‘köyümde ağalara karşı propaganda yapmazsan, yarıcıları bana karşı kışkırtmazsan, yani bir evde susar oturursan, istediğin kadar kalabilirsin,’ dedi, ben de kabul ettim ve Hanım ağanın köyünde bir ay kaldım” dedim.

       “Hiçbir şey yapmadın mı?” diye sordu İbrahim. “Hayır,” dedim, “yan gelip yattım. “

       “Peki bu Hanım Ağa, senin barınmana neden yardım etti?” diye yeniden sordu.

       “Mustafa Kemal, bunların babalarını, Şeyh Sait İsyanına katıldı diye, Şeyh Sait’le birlikte, Diyarbakır’da astırmış,” dedim.

       Düşündü ve gülümsedi. “Yanlış bir anlaşma yapmışsın,” dedi. “O Hanım Ağaya, ‘tamam, ben köyde kaldığım müddetçe, yarıcılara toprak sorununu anlatmayacağım, ama geçmişteki Kürt İsyanlarını ve Kürtlerin milli haklarını anlatacağım,’ deseydin, kadın bu noktada seninle anlaşabilirdi. Sen de Kürt halkına anlatmamız gereken temel sorunlardan birisini, programımızın önemli bir parçasını anlatmış olurdun; bir ayın boşa geçmezdi.”

       “Boşa geçmedi,” dedim. “Hem ev, hem de ahır olarak kullanılan izbede, inek ve buzağıyla bol bol bakıştım, onların davranış biçimlerini, yaşamlarını öğrendim.”

       Biraz düşündü, sonra yeniden gülümsedi. “Doğru, boşa geçmemiş,” dedi.

Bir gerillanın düşüdür aşkı da omuz omuza yaşamak

       Kaypakkaya iç dünyasını gizlemeyen bir insandı. Açıklıktan yanaydı. Kadın erkek ayrımı yapmadan, herkesin gerillalaşmasından yanaydı. Bana, iki kadının dağa çıkmak istediğini, şu anda Dersimin buna hazır olduğunu söylediğinde, silahsız olduğumuz gerekçesiyle kabul etmedim. Bunlardan bir tanesi Kaypakkaya’ya ilgi duyuyordu. Ben arıyordum ama sevgili bulamıyordum. Bakışlarımı, kızların bakışlarından kaçırma gibi bir ilkelliği de henüz üzerimden atmış değildim. Ama barındığım her mağarada, yaktığım her ateşin kıyısında, bir sevgili hayali hep varolmuştur. Zaten her komünist gerillanın ruhunda da, sevgilisini dağa çıkarmama değil, tam aksine, dağa çıkarma ve özgürlüğü onunla birlikte, omuz omuza soluma aşkı vardır.

 


melek ulagayMELEK ULAGAY:

İBO HUKUK DIŞI UYGULAMALARIN İLK ÖRNEĞİDİR

   Melek Ulagay 70’lerin kadın gerillası, 80’lerde tutuklu eşidir. Yıllarca hapishane kapılarını aşındırır. Mücadeleyi, fedakarlığı elden hiç bırakmaz… Tüm bu yıllarına Oya Baydar’la birlikte yazdığı ‘Bir Dönem İki Kadın- Birbirimizin Aynası’nda adlı kitabında yer veriyor. Bir de yol arkadaşı, yoldaşı Kaypakkaya’yı da anlatıyor kitabında… Ben de kitaptaki bilgilerin dışında Kaypakkaya’yı anlatmasını istedim kısa da olsa:

       İbrahim Kaypakkaya devlet tarafından öldürüldü ve yok sayıldı ama halk tarafından hiçbir zaman unutulmadı, onu tanıyanlar, dostları, yoldaşları için her zaman önemini ve değerini korudu. Özel bir insandı ve özelliği onu devlet için “tehlikeli ve yok edilmesi gereken kişi” yaptı. Devlet her zaman insanlar üzerinde etkisi olan, kitlelere ulaşabilen kişileri yok etmeye çalışmıştır. Ancak yok edilen kişiler, halk için ölümsüzleşirler. Bugün bile gidin İbrahim‘in dolaştığı yörelere ve köylere, halkın onu nasıl yaşattığını görürsünüz. Onun adı sihirli bir etki yaratır. Bu sihir “liderlik” değil, insanlıktan doğar. Türkiye en değerli evlatlarını yok etmenin acısını yaşıyor. Bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödedik ve ödemeye devam ediyoruz. Eğer 38 yıl sonra devlet hala İbrahim‘den korkuyorsa, onun adının bile anılmasından gocunuyorsa, burada ciddi bir sorun var demektir. Onun ölüsünü bile tehdit olarak gören bir devlet her şeyden önce kendisini sorgulamalıdır. Bugün kıyısından ucundan başlayan bu sorgulamalar henüz emekleme sürecinde. Hepimiz kendimizi, tarihimizi, geçmişimizi her an yeni baştan sorgulamak hesap sormak ve hesap vermek zorundayız. İbrahim Kaypakkaya‘yı okumayı ancak o zaman başarabiliriz.

       Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildiler. Onların ölümü hukuki bir sürecin sonunda ilan edilmiş oldu. Mahir‘ler Kızıldere’de çatışarak öldürüldüler. Onların da ölümü basında ilan edildi. Demek istediğim bu ölümler tüm ayrıntılarıyla kamuoyunun gözüne sokularak yaşatıldı. Oysa İbrahim sinsice, adeta gizlice yok edildi. Nasıl öldüğü ve öldürüldüğü üzerinde bir sürü değişik söylentiler dolaştı. Devlet bu ölümü ilan etmedi, bir giz perdesi altında bıraktı. Bunun bir nedeni onun ölüsünden bile tedirgin olmaları, diğeri ise açıkça cinayet işlemiş olmalarının bilinmesinden çekinmeleridir. İbrahim‘in ölümü tam bir yargısız infazdır. Ne ile suçlandığı, niçin ölüme gönderildiği halen bilinmemektedir. Hukuk dışı bir uygulama söz konusudur. 12 Eylül döneminde ve Diyarbakır Cezaevinde görülen hukuk dışı uygulamaların ilk örneğidir. Bu nedenle onun adı kamuoyunda belki Deniz’ler ve Mahir‘lerden daha az bilinir. Ancak halk onun değerini her zaman bilmiştir.

       Bugün İbrahim Kaypakkaya‘nın adının yeniden gündeme gelmesi ve anılması Kürt sorunu ile bağlantılıdır. İbrahim bizim kuşak içinde Kürt sorunu konusunda en fazla kafa yoran, araştıran kişiydi. Kavrayışı ve sezgileri çok güçlüydü. Okuduğu hiçbir şeyi sorgulamadan, üzerinde düşünmeden, kendi yorumunu katmadan kabul etmezdi. O yıllarda henüz çok gençti, yolun başındaydı. Yaşasaydı kendisini çok geliştireceğine, bu topraklarda yaşayan tüm halklara katkıları olacağına her zaman inandım. Bugün onu tanıyan eski arkadaşlarıyla konuştuğumuzda, hepimiz ondan ne kadar çok etkilendiğimizi anlatıyoruz. Sıradışı bir zeka, olağanüstü bir duyarlılık, müthiş bir insan sevgisi, ve ışıl ışıl bakan gözleri. Edebiyata, yazıya, sanata çok düşkündü. Ben her nedense onun aslında büyük bir yazar olacağına inanırdım. Dili iyi kullanmaya önem verirdi ve çok yazardı. Onu hep yazı yazarken anımsıyorum. Çok okuyan, çok çalışan, bir saniyesini bile boşa geçirmeyen bir yapısı vardı.

       İnsanlara, hiç ayrım yapmadan yaklaşırdı. Kadınların görüşlerine önem verir ve kadınlara danışırdı. Ben de o nedenle kendimi ona yakın hissederdim. Diğer erkek arkadaşlardan farklı bir yanı vardı. Ben kimseyi mitleştirmedim. İbrahim de hepimiz gibi bir insandı kuşkusuz. Hataları ve sevaplarıyla. Yaşasaydı, çok yakın olurduk. Bundan hiç kuşku duymadım.

 

nihat behramNİHAT BEHRAM:

SER VERİP SIR VERMEYEN BİR YİĞİT

   Nihat Behram Ser verip Sır Vermeyen Bir Yiğit kitabında anlatıyordu Kaypakkaya’yı… Henüz kimsenin konuşmadığı bir dönemde yayımlandığında yer yerinde oynamış dava üstüne davalar açılmıştı. Yoldaşı, yol arkadaşıydı. Ser Verip Sır vermeyen Bir Yiğit kitabının son sayfasında İbrahim Kaypakkaya’nın keman çalarken bir fotoğraf var. Behram o fotoğrafı o kadar iyi özetliyordu ki: “Kitapta anlatılan her şeyin bir özeti gibidir. Onca acının, onca kahrın, umudun, sevincin, zalimliğin, masumluğun harmanlandığı bir öykünün özeti gibi. İbo odur. İncecik bir sesi arayan kişi. İnsani olanı. Bir ayağı zindanda bir ayağı dağda olması da bundandır.”

– Bu yıl Kaypakkaya’nın işkencede öldürülüşünün 38. yılı. Bunca uzun sürece karşın o hâlâ tabu ve ona ilişkin her şey her an baskı ve yasaklara hedef olabiliyor. Kaypakkaya gerçekliği gündeme gelsin istenmiyor. Son aylarda Pınar Sağ nedeniyle gelmesi de bir bakıma popülaritenin sonucuydu. Esas olan bu konunun baskı, tehdit ve yasak altında tutulmak istenmesidir. Türkiye’nin bu ‘Kaypakkaya okuması’nı nasıl yorumluyorsunuz?¨

       – Sistemin kendi güvencesi için kendini tehdit eden şeylere karşı önlem alması şaşırtıcı değil. Kimi zaman bu önlemler, kendini tehdit eden unsurları sulandırmak, evcilleştirmek çabası olarak şekilleniyor, çoğunlukla bunu başaramadığı kimi zaman da yasak, baskı, katliam biçiminde. İbo bir direniş anıtıdır. Direnişi lekesiz bir direniştir. Direnişi celladı cüceleştirmiş bir direniştir. Halka bıraktığı miraslardan biri budur. Sistemse halkın teslim olmasını istiyor. İbo’ya diş bilemesin de ne yapsın? İbo, Marksizme gönül vermiş ve düşünceleri doğrultusunda sosyalizm için dövüşmüş bir insandır. Sistemse faşizme odaklı. Tabiki İbo’yu başının belası görecek. Bin yıl da beklesen zalim kendiliğinden mazluma hakkını teslim etmez. Mücadele edip alacaksın. Devrimci mücadelede canlarıyla simgeleşmiş insanların bıraktığı mirasa bu da, yani ‘mücadele görevi’ de dahildir.

-Üstü örtülmek istenen bir dönem bugün çatlaklardan sızmaya başladı. Yine de yerini bulduğu söylenemez. Bu örtünün bir türlü tam olarak kalkmayışını neye bağlıyorsunuz?

       – Faşizm, kendini tehdit eden her şeyin üstünü açmamak üzere örtmek ister. Kanla, zulümle, katliamla örtmek ister. O örtü vahşetin, alçaklığın, her türden entrikanın, pusunun, kalleşliğin harcıyla örülüdür. ‘Bu örtünün tam olarak kalkması’nı örtünün imalâtçısından beklemek de teslimiyetin bir biçimidir. Bu bekleyiş andığımız insanın ruhunu incitir. Bir çatlak varsa, kavgayla verilmiş bir çatlaktır, kendiliğinden bir çatlak değil. Yani mücadelenin hasadıdır. Bakın, o çatlaktan sızanı bile sistem kendine biçmeye çalışıyor. Halkın ölümsüz değerlerini sulandırmak için kullanıyor. Erdal Eren’den söz ederken Başbakan’ın gözlerindeki sahte yaşın anlamı budur. Özgürlük, uğrunda dövüşerek elde edilir. Bütün halk kahramanları gibi İbo da, özgürlük ve sosyalizm savaşçılarının kalbinde özgürdür. Yeryüzünü özgürleştirmenin yolu da budur, yani o kalbi yeryüzüne egemen kılmak.

-‘Türkiye işkenceyle yüzleşmeli’ deniliyor ve bu yönde adımlar da atıldı. Ama konu Kaypakkaya olunca devlet ketum. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

       -Sistem, kendini tehdit eden her şeye şeytani önlemler üretiyor. İşte, ‘Kürt açılımı’ dedikleri şeyi ‘Kürt sorunu yoktur’ söylemiyle sürdürüyorlar. ‘İşkenceyle yüzleşme açılımını’ da yeni işkence, katliam yöntemleriyle. Ben şahsen atılan adım falan görmüyorum. Gericilik mehter temposuyla halkın üstüne kendi adımlarını basıyor. ‘Özgürleşme, demokratikleşme adımları atılıyor’ söylemi faşizmin yedek gücü liberallerin safsatası.

– ‘Hatırla Sevgilim’ dizisinde olduğu gibi, o döneme ilişkin ürünlerde de bu konu görmezden geliniyor. Görmezlik temelinde bir dönemle yüzleşmek olası mı?

– Tabii ki olası değil. Fakat, bu ‘yüzleşme’ olgusunu sistemin yörüngelerinden bekleyenler önce kendi bekleyişlerini tartmaları gerekir. Bu bekleyişte çürük olan bir şey var. Bu çürüklük bireysel bir olgu da değil. Bakın ben İbo’yu, ta 1976 da, onun katlinin ertesinde, üstümdeki baskının dağlar gibi olduğu bir dönemde, derinliğine yazdım. Tazesi tazesine acının, o gerçeğin üstüne gittim. Munzur’dan Haydaran’lara, Diyarbakır’dan köyünde Ali Amca’ (babası) ya dek izlerini topladım. Anımsayanlar bilir, ‘Ser Verip Sır vermeyen Bir Yiğit’in gazetede yayımlandığı her gün yer yerinden oynadı. Yayınlandığı her sayı yasaklandı. Her gün için Kürtçülük, komünizm propagandası, isyana tahrik gibi akla gelen her maddeden dava açıldı. Kitap olarak yayını aynı kaderi paylaştı. Hemen yasaklandı. Ama yayınlandı bir kere, elden ele koyundan koyuna dolaştı. Yüz binlere ulaştı. Almanya’da seçkin bir yayınevince ‘Tödlicher Mai’ (Ölümlü Mayıs) adıyla Almanca yayımlandı. Türkiye’de 17 yıl süren yasaklığı, uzun ve ödünsüz bir mücadele sonunda bitti ve beraat etti. Karar kitaba eklidir. Beraat ettiği gün “Bu kitabı İbo’nun intihar ettiğine dair yapılan resmi açıklamaların aksine, halkı için kahramanca sürdürdüğü mücadele sonunda zalimlerce acımasızca işkenceye uğratılmış ve o işkencelerde de kahramanca direnmesi nedeniyle alçakça katledildiğini kanıtlamak için yazdım. 17 yıl sürdürülen savunma sonunda alınan bu beraat bu cinayetin onayıdır.” diye açıklama yapıp, devrimci güçleri “İbrahim Kaypakkaya davası yeniden açılmalı ve katilleri cezalandırılmalıdır” diye bu konuda güç birliği içinde olmaya çağırdım. Devrim kahramanları devrimci güçlerin ortak değeridir. Mücadelede ölenler ortak değerimizdir. Senin, benim olmaz. Burası yanlış, orası doğru olmaz. Şimdi, ilkin herkes oturup kendiyle hesaplaşsın “Bu konuda ben ne yaptım?” diye. ‘Görmezlik’se, burada da bir görmezlik yok mu?

 – Aynı dönemin devrimci mücadelesinden geliyorsunuz. Onunla arkadaştınız. O davanın tutsaklarıyla aynı dönemde aynı cezaevlerinde yattınız. ‘Eğer İ. Kaypakkaya bugün yaşasaydı’ diye düşünecek olursak, Türkiye solu açısından bunun nasıl bir değişim anlamı taşıyacağını düşünürdünüz?

       – ‘İbrahim Kaypakkaya bugün yaşasaydı’ türünden bir kehanet içine girmem. Benim için öldürüldüğü güne dek yere düşürmeden taşıyarak ölümsüzleştiği yanlarıyla zaten yaşıyor. Diğeri fantazi aramaktır ki her türlü demagoji ve çarpıtmaya açıktır. Bu konuda da biliyorsunuz liberal zibidiler ‘Deniz yaşasaydı ceo olurdu, liberal olurdu’ türünden zırıldandılar. Birisi de çıkıp ‘Saidi Nursi yaşasaydı ateist olurdu!’ niye demesin. Ölenleri öldükleri yerdeki duruşlarıyla anmak gerekir. Kimisi ilerleyen zaman içinde cüceleşir kimisi devleşir. Tarih biraz da budur.

– Babası, ‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ adlı belgeselde anılarını anlatırken mandolin çaldığından söz ediyor. Onun hayatını derinlemesine ve ilk araştıran sizsiniz. Onu ‘mücadele önderi’ niteliği dışında, iç dünyasıyla, ruhuyla nasıl anlatırdınız?

       – ‘Ser Verip Sır vermeyen Bir Yiğit’in son sayfası, İbo’nun ortaokul sıralarındaki bir görüntüsüdür. Keman çalarken. Kitapta anlatılan her şeyin bir özeti gibidir. Onca acının, onca kahrın, umudun, sevincin, zalimliğin, masumluğun harmanlandığı bir öykünün özeti gibi. İbo odur. İncecik bir sesi arayan kişi. İnsani olanı. Bir ayağı zindanda bir ayağı dağda olması da bundandır. Aradığını bulmakta kararlıdır ve kavgadan başka çaresi yoktur. Yeryüzüne ışığı da kemanın sesi gibi bulabilseydi keşke. Onun yaşam öyküsünü yazarken de bu duygu rehberim oldu. İnsani olanı derinleştirip işlememiz gerekir. Sekterleştirip kabalaştırmadan. Ki zaten andığımız kişi insanlık için zulmün akıl almaz her yöntemine karşı düşmeden dimdik durmuş bir kişidir. Acımızdır ama ne mutlu ona ve ne mutlu bize ki, aynı zamanda zenginliğimizdir.

                                

Kaynak: demokrathaber.net

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu