GüncelMakaleler

SÖYLEŞİ | Mücadele Etmekten Başka Çıkış Yolumuz Savaşmaktan Başka Kurtuluşumuz Bulunmamaktadır”(2/2)

Siyasi Büro Üyesi Özgür Aren verdiği röportajda sürece ve gelişmelere dair görüşlerini dile getirdi. Söyleşinin ikinci bölümünü yayımlıyoruz.

tkpml.com‘da yer alan bir söyleşide Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Merkez Komitesi Siyasi Büro üyesi Özgür Aren, son dönemdeki gelişmelere gerçekleştirdikleri 1. Kongreye ve önümüzdeki sürece dair görüşlerini dile getirdi.

Söyleşinin ikinci bölümünü güncelliğinden dolayı kısaltarak yayımlıyoruz:

– Kongrenizin en önemli kararlarından biri de KKB’nin oluşumu idi. KKB’ye kadar gelen süreci ve bugün kadın özgürlük mücadelesinde partinizin duruşunu özetler misiniz?

– Gerçeklikte Partimizin cinsiyet meselesine yaklaşımı, gerçekleştirdiği ilk konferansla ileri doğru atılmış önemli adımları da içeren ancak daha sonra bu meseleye cinsiyet körü bir yaklaşım geliştiren bir noktada olmuştur.

Komünist partilerin içinde bulunduğu toplumun çelişkilerinden bağımsız olmadığı gerçekliğini kabul etmediğinizde bu çelişkilerden ileriyi temsil eden yönünde kendini değiştirmesi de kendiliğinden gerçekleşmemektedir. Yani evet, Partimiz kuruluşundan bu yana saflarında örgütlediği binlerce kadın kadro, militan ve taraftarına rağmen bu konuda komünist bir yaklaşım geliştirememiş, dönem dönem yaptığı çıkışlar ve harcadığı çaba ise meselenin özünü tartışmadığı için güdük kalmıştır.

8. Konferans’ta bu alana dair çalışma yapılmasını içeren kararın yer aldığı tek bir paragraf başta örgütlü kadın yoldaşlarımız olmak üzere Partimizin önüne koskoca bir dünyanın kapılarını açmıştır. Bu kararın uygulanması sürecinde birçok sıkıntı yaşanmıştır elbette ancak bunların çözümü hep cinsiyet sorunu bağlamında bizi bir adım ileri taşıyacak şekilde sonuçlanmıştır.

Kadın Komitesi’nin kuruluşundan, özerk bir yapıya sahip Komünist Kadınlar Birliği’nin kuruluşuna kadar her adım çok önemli tartışmalar içermiştir.

Partimiz kuruluşundan bu yana, kadınların kurtuluşunun Partimiz saflarında örgütlenerek komünizme kadar sürece olan bir mücadele sonucunda gerçekleşeceğini ortaya koymuştur. Ancak 1. Konferans’ta karar altına aldığı “ayrı bir kadın örgütlenmesi” kararının 2. Konferans’ta iptal edilmesiyle birlikte bunun nasıl gerçekleşeceğine dair sistemli bir yaklaşım geliştirmemiştir.

Geçmişi, tarihimizi bir bütün yok saymak olarak anlaşılmamalıdır bu ifademiz. Ancak kadınlara kurtuluşun adresini gösterip meseleyi bununla sınırlandırmak, bunun yol ve yöntemlerini tartışmamak, araçlarını yaratmamak hatta ayrı bir kadın örgütlenmesini “cinsiyetçilik” olarak değerlendirmek, kadınları “yedek güç” olarak tasvir etmek vs. bir komünist partisinin devrim yapma ciddiyetiyle bağdaşmamaktadır.

Sonuç olarak, daha önceki tüm çabaları görmezden gelmesek de şunu söylemeliyiz ki, 8. Konferans’ta alınan karar, bu doğrultuda kurulan Kadın Komitesi ve bu Komitemizin öncülüğünde kararın uygulanması için dişini tırnağına takan kadın yoldaşlarımızın çabası Partimizi bu tarihi adımı atmaya götürmüş ve 1. Kongremizde KKB’nin kuruluşu ilan edilmiştir.

Cinsiyet meselesi çok geniş bir konudur ve kadınlar özgürlüklerini kaybettikleri yerde, yani özel mülkiyetin ortaya çıktığı ve kendisi de özel mülkiyet olarak köleleştirildiği noktada özgürlüğünü kazanacaktır. Bu anlamıyla, Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm cinsiyetlerin özgürlüğünün çok büyük adımları olmakla birlikte, gerçek özgürlük komünizmin yaratacağı toplumsal yapıdadır.

Partimiz cinsiyet meselesine, sadece kadın-erkek eşittir genellemesi içinde bakmamaktadır. Diğer yandan, adına ne derseniz deyin, tüm sömürücü sistemlerin temel kolonlarından birini cinsiyet sorunu oluşturur.

Yani o kolona yönelik her hamle, aynı zamanda sömürücü sistemi yıkmaya yöneliktir. Tam da bu gerçeklik içinde Kongremiz, cinsiyet sorununu temel meselelerden biri olarak ele almış ve oluşturduğu programda, toplumsal yapıya dair çelişkilerde hak ettiği yeri vermiştir.

– Yayınlarınızda ve açıklamalarınızda “yenilenme” bunun yanısıra “gençleşme ve kadınlaşma” vurgunuz var. Bu tam olarak ne anlama geliyor? Partiniz nasıl gençleşip kadınlaşacak?

– Kaypakkaya yoldaş partinin ismini tartışırken Lenin yoldaşa atıfla sözlerini şu şekilde bitiriyor: “Ve biz kendi kendimizden mi korkacaktık! Biz, ‘her zaman’ giydiğimiz ‘sevgili’ pis gömleğimizle mi yetinecektik?… “Kirli gömleği çıkarıp atmanın zamanıdır, temiz çamaşır giymenin zamanıdır!

Türkiye devrimci hareketinin ’71 çıkışının komünist yüzünü oluşturan partimiz mücadelesine “eski gömleğini çıkarıp, temiz çamaşırları giyerek” başlamıştır. Eskiyene, çürüyene, bayata, statükoculuğa, dogmatizme karşı mücadele ederek, “burjuva karargahları bombalayarak” tarih sahnesine çıkmıştır.

Ne var ki bu devrimci atılım süreklileştirilememiş, yeniden ve daha üst boyutta üretilememiştir.

Muzaffer Oruçoğlu, Tohum adlı yarı belgesel romanında Malatya Bölge Komitesi toplantısından bir anektod aktarır. İbrahim Kaypakkaya, partimizin kuruluş adımlarını atarken, dünya çapında ekonomik krizin derinleştiğinden ve bu krizin ülkemizdeki krizi daha da katmerleştireceğinden, kitlelerin mücadelesinin dalgalar halinde yükseleceğinden bahseder. Ve en büyük korkusunu açıklar: “Ben şahsen bu dalgaları, böyle gidersek kucaklayamayacağımız, bu dalgaların gerisinde kalacağımız korkusu içindeyim!” Ve ekler; “kendiliğinden gelişim öncünün gelişiminden bir hayli hızlıdır. Bunu göremiyorsunuz. Göremediğiniz için de mükemmel bir çaba içerisinde değilsiniz, değiliz.”

Ne yazık ki Kaypakkaya yoldaşın korkusu gerçek olmuş, tarih Kaypakkaya’nın öngörüsünü doğrulamış ve öncü, kitlelerin kendiliğinden gelişiminin gerisinde kalmıştır. Bu anıyı neden aktarma gereği duyduk? Partimizin bu devrimci yanı zamanla körelmiştir. Özellikle kitle hareketleriyle ilişkilenmede, kitlelerin öğrencisi olmada, onlardan öğrenmede ve kitlelerin kendiliğinden hareketleriyle ilişkilenmede kimi dönemler olumluluklar barındırsa da esasta başarılı olamamıştır.

Bu durum, partinin sınıf mücadelesiyle devrimci temelde ilişkilenmesini sakatlamıştır. MLM bilimini bir dogma değil eylem kılavuzu olarak kavrayamamanın ürünü olarak gelişen bu durum, partinin gelişip güçlenmesinin, kitlelerin içinde kök salmasının ve dahası sınıf mücadelesi pratiği içinde teorisini geliştirmesinin önünde engel olmuştur.

Nedir bu devrimci yön? Partimizin devrimci temellerinin atılmasına vesile olan bu yönü bizzat Kaypakkaya’nın tarzında görürüz. O, örneğin 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nde Ankara’dadır. Haberi alır almaz, İstanbul’a gider ve direnişe katılır. Bu direnişten, şu anda partimizin programını oluşturan devrimci sonuçları çıkarır. Benzer durum, Değirmenköylülerin toprak işgalinde yaşanır. Örnekler çoğaltılabilir. Kısacası nerede bir kitle hareketi, mücadelesi, devrimci bir dinamik varsa Kaypakkaya oradadır.

Kitlelerin bu kendiliğindenci hareketinden öğrenmede açtır. Bu hareketlerden, mücadelelerden öğrenir ve kendisini daha üst bir temelde yeniler. Eskiyen, geride kalan ne varsa eleştirisinin hedefine oturtur.

İşte yenilenmek budur! Kendisini anda yaşanan kitle mücadelesinden öğrenmede sorumlu ve bu mücadeleden devrimci sonuçlar çıkarmada görevli hissetmek! Teoriyi ancak ve ancak bu şekilde devrimci kılabilirsiniz. Bu yapılmadığında teori sizi tutuklaştırır. Statükocu ve dogmatik yapar.

İzin verirseniz yine Kaypakkaya yoldaştan bir örnekle devam edelim. Partimizin her vesileyle tekrarladığı bir sözü var önder yoldaşın: “Kitleler içinde kök salmış, demir disiplinli, subjektivizmden, revizyonizmden ve oportünizmden arınmış, özeleştiriyi uygulayan çelik gibi bir parti, silahlı savaş içinde gelişecek güçlenecektir. Böylece bayatı atıp tazeyi alacak ve burjuva unsurlardan arınacaktır.”

Kaypakkaya yoldaşın bu sözlerini çokça tekrarlamışızdır. Ama örneğin burada ifade ettiği “bayatı atıp tazeyi aldık” mı? Ne yazık ki buna evet diyemiyoruz.

Kaypakkaya’nın yöntemine, onun kitlelerin hareketleriyle ilişkilenmesine, kendiliğinden kitle hareketlerine yaklaşımına ve genel olarak sınıf mücadelesi karşısında konumlanışına baktığımızda, onda yenilenmenin, bayatı atıp tazeyi almanın çok güçlü olduğuna tanık oluyoruz. Ne yazık ki Kaypakkaya yoldaşın katledilmesinden sonra, onun öğrencileri olarak bizlerin, onun bu yöntemini layıkıyla kavrayabildiğimiz ve hayata geçirdiğimiz söylenemez.

Elbette partimiz, Kaypakkaya yoldaştan sonra büyük fedakarlık ve bedeller ödeyerek mücadelesini sürdürmüştür. Kimi dönemler kitlelerin kendiliğindenci hareketi içinde yer almış ve kendisini bu hareketler içinde yeniden yeniden örgütlemiştir. Ancak bunu artan biçimde süreklileştirebildiğimiz söylenemez. En azından sonuçtan hareketle bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Örneğin Kaypakkaya yoldaşın tezlerini ileriye sürdüğü dönemden günümüze neredeyse yarım asırlık bir süre geçti. Bu süreç içinde dünyada ve Türkiye toplumunda önemli değişimler yaşandı. Program meselesine dair sorunuzda açmaya çalıştık. Ya da örneğin Kaypakkaya döneminde günümüzdeki gibi bir kadın hareketi yoktu.

Yine Kürt ulusal sorunu bu derece yakıcı bir şekilde hissedilmiyordu. Veya çevre sorunu… Örnekler çoğaltılabilir. Şimdi partimiz bu çelişkilere dair bir şeyler söylemeyecek mi? Elbette devrim diye, iktidar diye bir sorunu olan parti, bu çelişkilere dair yeni şeyler söylemelidir. Yeni örgütlenmelere gitmeli, kendisini durmadan yenilemelidir.

– İttifaklara, cephelere bakışınız nedir? Bu bağlamda HBDH’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Aslında partimizin ittifaklara, eylem birliklerine yaklaşımı bilinmiyor değildir. Keza birleşik cephe anlayışı da öyle. 1. Konferansı’mızdan sonra Ağustos 1978’de yayınlanan Komünist’in ikinci sayısında meseleye dair belli bir yaklaşım geliştirilmiştir. Yine daha sonraki yıllarda tüm yayınlarımızda meseleye dair partimizin yaklaşımı, ele alış genişçe değerlendirilmiştir.

Kongremizin meseleye yaklaşımını “sürecin ağırlığı ve faşizmin saldırganlığının üst boyutta olması, beraberinde devrimci komünist hareketlerin birlikte hareket etmesini ikili ya da çoklu eylem birlikleri içinde süreci karşılaması gerektiğini dayatmaktadır” olarak özetleyebiliriz. Bunu ifade ederken somut bir durumdan hareket ettiğimiz bilinmelidir.

Gerek dünyada ve gerekse de ülkemizde son yıllarda yaşanan gelişmeler bunu göstermektedir. Meselenin emperyalist kapitalist sistemin 2008 yılında başlayan ve bir türlü atlatamadığı kriziyle ilişkisi vardır. Son süreçte yaşanan virüs salgını da bu krizi derinleştirmiş durumdadır. Ekonomik kriz beraberinde hakim sınıfların krizi atlatmak ve düşen kâr oranlarını yükseltmek için işçi sınıfına ve halka saldırmasını, klasik deyimle “faturayı işçi sınıfı ve halka kesmesi”ne neden olmaktadır.

Hakim sınıfların bu politikalarında başarılı olabilmesinin yolu, devrimci komünist dinamiklerin ortadan kaldırılması, kitlelerin kendiliğinden gelme mücadeleleriyle daha baştan ilişkilenmesinin önünün kesilmesidir. Bunun için topyekûn bir imha dayatılmaktadır. Faşizmin azgınlığı, saldırganlığının boyutu, içinde bulunduğu ekonomik kriz ve bununla bağlantılı olarak yönetememe kriziyle paralel bir seyir izlemektedir.

Bu nedenle bir yandan devrimci komünist harekete saldırmakta, diğer yandan ise kendi gücünü tahkim etmektedir. Bekçi yasası, çoklu baro tartışmaları, pandeminin ortasında doktorların öz örgütlülüğünün dağıtılması gerektiğinin dillendirilmesi ve kimi İslamcı faşist kişiliklerin TV ekranlarında “50-30 kişiyi götürmek”ten bahsetmeleri, kadınlara ve çocuklara yönelik taciz tehditlerinde bulunmalarının vb. nedeni budur.

Başta devrimci komünist hareket olmak üzere, ilerici-devrimci bütün dinamiklere yönelik bir diz çöktürme, nefessiz bırakma saldırısı söz konusudur. Saldırının kapsamı ve boyutu, hiçbir devrimci örgütün ya da somutta partimizin saldırıyı karşılamaya ve düşmana etkili bir şekilde karşı saldırıya dönüştürmeye muktedir değildir.

Bunu söylerken bir iddiasızlıktan bahsetmediğimiz bilinmelidir. Tespitimiz nesnel gerçeklikle ilgidir.

Halka, devrimci ve komünist harekete dayatılan diz çöktürme ve nefessiz bırakma saldırısına karşı bu anlamıyla kısa ve uzun vadeli eylem birlikleri içinde olmak, devrimci direnişi ve dayanışmayı her alanda büyütmek nesnel bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu anlamıyla yine kongremizin meseleye yaklaşımından hareket ederek devam edersem; Kongremiz “HBDH’ın önemli bir olanak” olduğu vurgusunda bulunmuş durumdadır. Partimizin özellikle Kürt ulusal sorunu olmak üzere, ülkemizde yaşanan çelişkilerle ilişkilenmek, silahlı mücadelenin geliştirilmesi, faşizme yönelik daha etkili ve ortak eylemlerin gerçekleştirilmesi amacıyla başta Kürt ulusal özgürlük hareketi olmak üzere bir dizi devrimci örgütle birlikte kuruluşunda yer aldığı HBDH, bu açıdan son derece önemlidir.

HBDH, partimiz açısından sınıf mücadelesinin, özellikle de silahlı mücadelenin, ortak düşmana karşı birlikte yönelmenin ve elbette Partimizin uzunca bir süredir oportünizm tarafından kemirilen devrimci yönlerinin güçlendirilmesi olarak ele alınmaktadır. Bu eylem birliği içinde yer almak partimiz açısından politik bir konu olarak değerlendirilmiştir.

Sonuçta Partimiz kendi ideolojisine, politik duruşuna güvenmektedir. Bu tür eylem birliklerinde yer almayı çeşitli gerekçelerle reddetmek ideolojik duruşa, komünist dünya görüşüne dair bir probleme işaret ettiği kadar, kendine güvensizliğin de bir ürünüdür.

Bunun da altında yatan neden, ideolojik duruş adı altında, kendi görevlerini başkalarına havale etmek ve aslında hiçbir şey yapmamak, MLM’yi bir eylem kılavuzu olarak değil dogma olarak kavramaktır. MLM savunuculuğu adı altında statükoyu korumaktır.

Kongremiz HBDH konusunda partimizin iç sorunları nedeniyle görevlerini layıkıyla yerine getiremediğine, bu örgütlenmeye yönelik hak ettiği ilgiyi veremediğine de işaret etmiş durumdadır. Bu örgütlenmeye ilişkin halen önemli eksikliklerimiz vardır. Ancak süreç içinde bu eksikliklerimizi gidermeyi hedefliyoruz.

Gerek HBDH ve gerekse de diğer devrimci örgütlerle sürecin ağırlığına ve özgünlüğüne uygun olarak eylem birlikleri içinde olmayı önemsiyoruz. Bu konuda halihazırda kimi adımlarımız da vardır.

Asıl hareket noktamız, partimiz ya da devrimci örgütlerin çıkarlarından önce işçi sınıfının ve halkın çıkarlarını gözetmektir.

Az önce ifade etmeye çalıştığım gibi içinden geçtiğimiz sürecin özellikleri, düşman saldırısının boyutu ve kapsamı, devrimci ve komünist hareketin içinde bulunduğu durum beraberinde bizlerin mümkün olduğunca yan yana durmamızı koşulluyor. Bu objektif bir gerçeklik olarak ortaya çıkıyor. Böyle bir durumda, farklılıkları değil aynılıkları ön plana çıkarmak, birlikte yürümeyi her zamankinden fazla zorlamak gerekiyor.

MLM’ler açısından bunu başarabilmenin imkanları daha fazladır. İlkesel olmayan farklılıkları ön plana çıkararak ortak iş yapmaktan uzak duran her yapının, -kendine isterse komünist desin- kaybedeceği kesindir.

Dolayısıyla partimiz içinden geçtiğimiz sürecin özelliklerine uygun olarak eylem birliklerini önemsemektedir. Bu eylem birlikleri kısa ya da uzun vadeli olabilir. Temel hareket noktamız dediğimiz gibi halkımızın çıkarıdır.

Örneğin geçtiğimiz dönem çeşitli alanlarda 18 Mayıs vesilesiyle İbrahim Kaypakkaya yoldaşın anmaları kimi alanlarımızda başta MKP olmak üzere çeşitli devrimci örgütlerle birlikte gerçekleştirildi.

Ortaya çıkan enerji, verilen tepkiler dikkate değerdir. Bu durum bile bizlerin ne yapması gerektiğine dair işarettir. Bu türden eylem birlikleri içinde olmayı önemsiyoruz. Kongre irademizin bu yönlü güçlü bir yaklaşımı vardır.

 

– Yeri gelmişken Kürt hareketine dair tanımlamanızı yenilediniz. Ayrıca ulusların kendi kaderini tayin hakkı kavramı ile birlikte Özgürce Ayrılma Hakkı ifadesini de kullanıyorsunuz…

– Evet doğrudur. Kongremiz Kürt ulusal hareketine yönelik tanımlamasını, Kürt ulusal özgürlük hareketi olarak değiştirmiş durumdadır. Bununla birlikte partimizin kuruluşundan itibaren kullanageldiği Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kavramlaştırılmasının daha net ve anlaşılabilir olmak açısından Özgürce Ayrılma Hakkı olarak kullanılması gerektiğini kararlaştırmış durumdadır.

Kürt ulusal sorununun gerçek anlamda çözümü için ilk ve temel şart “özgürce ayrılma hakkı”nın tanınmasıdır. Bu tek devrimci çözümdür. Bu hak tanındıktan sonradır ki, ezilen ulusun ayrılması ya da birlikte yaşaması, ezilen ulusun özgür iradesiyle gündeme gelecektir. Bundan sonrası ayrı bir tartışmadır.

Şu gerçeğin altını bir kez daha çizmeliyiz: Politik iktidarı ele geçirmek için tüm çelişkilerin, devrimci dinamiğiyle buluşmak zorunluluktur. Sınıf mücadelesi ezilen inanç ve mezhepler, ezilen ulus, ezilen cinsler veyahut da çevre sorunu vb.ni kapsar şekilde ve her birinin özgüllüğünü görerek ele alınması gerekir. Lenin’in başta “Ne Yapmalı?” olmak üzere birçok eserinde bu konuya dair sayısız çözümleme vardır. Bu çözümlemelere dayanarak diyebiliriz ki; sınıf mücadelesi “çok yönlü bir savaşımdır”.

Bir sorunun, çelişkinin sınıfsal kökenini teorik olarak çözümlemek işin sadece başlangıcıdır. Örneğin ulusal sorun tartışmasında sorunun esasını belirlemek bir adımken politik olarak baktığımızda ikinci ve esas adım dil, kültür, eğitim ve siyasi temsiliyet sorunları, fiziki baskı ve işkence, zorla göç ettirme vb.ne karşı somut örgütlenmeler yaratmak “somut koşulların somut tahlili”nden yola çıkarak politika ve hareket tarzı oluşturmaktır.

Sınıf mücadelesinde temel sorun Lenin’den benzetmeyle söylersek tüm derecikleri tek bir ırmakta birleştirebilme ve iktidara yöneltebilme becerisini göstermektir. Politika tamamen yaşamın içindeki çelişkiler dikkate alınarak yürütülür.

Burada tartıştığımız esas noktalardan biri de Kürt ulusal sorununda bizim nerede durduğumuzdur. Asıl sorulması ve cevaplanması gereken budur. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız teorik çözümlemelere karşın komünistlerin hareket noktası ne olmalıdır? Diğer bir ifadeyle bütün analiz ve teorik tespitleri Kürt ulusal özgürlük hareketine göre mi tanımlayacağız yoksa kendimize göre mi?

Çözümlememizi dışımızdaki bir güce göre yaparsak kendi rolümüzü silikleştirme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu meselede partimiz kendi rolünü ve görevlerini ortaya koyarak sorumluluğumuzu yerine getirme göreviyle karşı karşıyadır.

Partimiz her dönem olmasa da dönem dönem yukarıda işaret ettiğimiz hataya düşmüş, ulusal sorunda rolünü silikleştirilmiştir. Meseleyi kendi dışında görerek bu hareketle ilişkilenmede sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Bir kez daha ifade etmemiz gerekirse, partimizin görevi tüm devrimci dinamiklerle sınıf mücadelesi ekseninde ilişkilenmektir. Ve bu ilişkilenmenin esas yönü de komünist partisidir.

– Ortadoğululaşma şeklinde yönelim ortaya koydunuz. Bu ne demektir?

– Bu çok önemli bir soru. Evet kongremizde böyle bir yönelim ortaya koyduk. Meselenin önemli bir arka planı var. Bu sınırlı zaman diliminde kısaca şunları ifade edebilirim; Ülkemiz bir Ortadoğu ülkesidir.

Gerçi bu Ortadoğu tanımlaması da tartışmalıdır. Ama konuyu dağıtmamak için girmeyelim. Burada anlatmak istediğimiz, ülkemizde yaşanan başlıca çelişkileri incelediğimizde toplumumuzun Ortadoğu toplumlarıyla büyük benzerlikler taşımasıdır. Bu tanımlamayı yapmak neden önemlidir? Önemlidir çünkü komünistler olarak nasıl bir toplumsal formasyonda mücadele ettiğimizi bilmek tayin edicidir.

Partimiz sadece sınıf mücadelesinin kendisine yüklediği görevleri çözme göreviyle yüz yüze değildir. Ülkemizin burjuva demokratik devrimini gerçekleştirememiş olması, beraberinde komünist partisinin önüne koyduğu demokratik devrim programının daha kapsamlı hedeflere sahip olmasını getirmiştir.

Partimiz ülkemizin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapıyı analiz ederken meselenin sadece üretim araçlarının gelişimiyle, ekonomik yapının durumuyla ilgilenmemektedir. Aynı zamanda bu alt yapı üzerinden yükselen üst yapıyla da ilgilenmekte, ortaya çıkan toplumsal, kültürel, sosyal yapıyı da incelemeye çalışmaktadır. Bu neden önemlidir.

Çünkü biz MLM’ler biliyoruz ki, bazı durumlarda üst yapı altyapıyı önemli derecede etkileyebilmekte, hatta kimi tarihsel koşullarda belirleyebilmektedir. Kültür devrimleri esprisi buradan teorik zemin alır. Bu ayrı bir teorik tartışma…

Bu noktada Ortadoğululaşma sorunuzla bağlantılı olarak üzerinde duracağımız mesele Kemalizm’dir. Bilinmektedir ki Kemalizm’in sınıfsal tahlili ve hangi sınıfların ideolojisi olduğu Kaypakkaya yoldaş tarafından ortaya konulmuştur.

Partimiz açısından çok güçlü bir teorik zemin oluşturan ve düzen içi her türlü gelişmeye dair sınıfsal bakış açımızı kolaylaştıran bu tahlil aynı zamanda Türkiye toplumunun formasyonunu anlamamıza da fayda sağlamaktadır.

Kemalizm Türk hakim sınıflarının resmi ideolojisi olarak, emperyalist sisteme uşaklığı, “Batılılaşma”, “aydınlanma”, “laiklik” vb. olarak yeniden üretmeye çalıştı. Tepeden inme gerçekleştirdiği “devrim”lerle Türkiye toplumunun doğal gelişimine “üstten” müdahale etti.

Kendisine aydın, solcu ve hatta komünist diyenler, faşizmin bu politikalarını “feodalizmin tasfiyesi”, “demokratik devrimin gerçekleşmesi” olarak alkışladılar. Dönemin “komünist partisinin” Kürt isyanlarına yönelik faşizmi destekler tutumu bu anlamda önemlidir.

Kemalist faşizmin Türkiye toplumuna yönelik üsten aşağıya, devlet aygıtının bütün olanaklarını kullanarak gerçekleştirdiği bu saldırı beraberinde kendisine, kendi gerçekliğine yabancı bir toplum yapısı ortaya çıkardı.

Türk hakim sınıfları kendi aralarındaki dalaşta ve halka yönelik saldırılarında bu durumu sürekli kullandılar ve suni gündemlerle kendi faşist iktidarlarını yeniden ve yeniden ürettiler.

Örneğin laiklik meselesini ele alalım. Türk devleti gerçekte hiçbir zaman laik olmamıştır. Türkiye’de ezen inanç konumunda olan Sünni İslam’ın yeniden üretildiği kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, M. Kemal’in emriyle 3 Mart 1924’te kuruldu. Aynı tarihte faşist Türk ordusunun emir komuta zincirinde tepede yer alan Genelkurmay Başkanlığı’nın da kurulduğunu hatırlatalım.

Kısaca daha faşist Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türk hakim sınıfların kendi klik dalaşlarında ve halka saldırılarında sürekli politik bir söylem olarak kullandığı “laiklik” meselesinin arka planında bu gerçek vardır. Türk hakim sınıfları ve onların devleti, hiçbir zaman laik olmamışlardır.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve böylelikle Aleviliğin inanç merkezlerinin tanınmaması ancak “cami cemaati” olarak tarikatların serbestçe faaliyetlerini sürdürdükleri, devletin ezen inanca yönelik maddi manevi her türlü desteğinin devam ettirildiği bir “laik”likten bahsediyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinin şu anda var olan 16 bakanlıktan sekizini geride bıraktığı ve buna rağmen “laik” bir devlet olunduğunun iddia edilmesi son derece anlamlıdır.

Ve bir o kadar da anlamlı olan, bu gerçeğe rağmen Türk hakim sınıflarının kitlelerin bir kısmını “ilericilik”, “laiklik” adı altında kendi kliklerinden birinin arkasında yedekleyebilmiş olmasıdır.

Ülkemiz koşullarında hakim sınıfların kendi siyasetlerini nasıl ürettiklerine dair bu türden örnekler çoğaltılabilir. Burada önemli olan Kemalizm’i ve onun sınıf karakterini doğru analiz edemeyen bir anlayışın, hakim sınıf klikleri arasındaki bu türden dalaşlara yedeklenmesi tehlikesidir. Bu küçümsenmemelidir.

Türkiye’de kendisine devrimciyim, komünistim diyenlerin çokça bu duruma düştüklerinin örnekleri vardır.

(Bitti)

Söyleşinin birinci bölümü için TIKLAYINIZ!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu